FORUM Açıldı ! |
|||
Forum'umuz Açılmıştır Forum'umuzu Gezmek Görmek İçin Tıkla. |
Osmanlı Devleti Tarihi
Osmanlı Devlet Yönetimi
Osmanlılarda Devlet Anlayışı
Osmanlı Devleti’nde de daha önceki Türk Devletlerinin hâkimiyet anlayışı devam etmiş, ülke hanedanın ortak malı kabul edilmiştir. Hâkimiyet anlayışına göre hanedana mensup bütün erkek çocukların hükümdar olma hakkı vardır.
Osmanlı Padişahlarından I. Murat bu geleneği değiştirmiş, ülkeyi bundan sonra "hanedanın değil, sadece hükümdarın ve oğullarının malı" haline getirmiştir. Böylece merkezi otoritenin güçlenmesini sağlamıştır.
Taht Kavgaları ve Kardeş Katli
Hâkimiyet anlayışının en önemli sonucu olan taht kavgaları ile devletin parçalanmasının önüne geçmek amacıyla Fatih Sultan Mehmet şehzade katline müsaade eden kanunlar çıkarmıştır.
Fatih çıkardığı kanunlar ile (Kanunname-i Ali Osman) Türk tarihinde ilk kez tam olarak merkeziyetçiliği kurmuştur. Tahta çıkan şehzadeye Nizam-ı Âlem için kardeşlerini öldürme yetkisi veren bu kanunlar ile padişah mutlak bir hükümdar haline gelmiştir.
l. Ahmet “Ekber ve Erşed” Sistemini getirerek tahta, hanedana mensup erkekler içerisinde en büyük olanının geçmesini kanunlaştırmıştır.
Osmanlı Hanedanı ve Padişahlar
Osmanlı hanedanı Oğuzların Kayı boyuna mensuptur.
Hükümdara, "Sultan, Padişah, Bey" gibi unvanlar verilirdi.
Sultan unvanını, ilk kez I. Murat kullandı.
Bundan başka han, hakan, hünkâr gibi unvanlarda kullanılıyordu.
II. Murat’tan itibaren padişah unvanı kullanıldı.
Görünüşte padişahlar memleketin sahibi sayılırdı. Her türlü yetki sultanın elindeydi. Fakat bu yetkisini hiç bir zaman keyfi olarak kullanamazdı. Kanun, nizam ve töreye dayanarak devlet işlerini yürütürdü.
Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren Osmanlı padişahları aynı zamanda halife unvanı ile tüm İslam dünyasının lideriydiler.
Şehzadeler
Osmanlı Padişahlarının erkek çocuklarına "Şehzade" veya "Çelebi" kız çocuklarına ise "Sultan" unvanı verilirdi.
Sancağa Çıkma
Hâkimiyet anlayışına göre bütün şehzadelerin hükümdarlık hakkı olduğundan hepsinin hükümdar olacakmış gibi yetiştirilmesi gerekmiştir.
Şehzadeler sarayda gerekli eğitimi gördükten sonra, yüksek haslarla kendilerine gösterilen sancaklarda bulunurlar ve oraları idare ederlerdi. Bir şehzade tayin edildiği sancağa gönderilir, yanına devlet işlerinde tecrübeli, devrin en iyi bilgili ulemasından "lala" denilen bir hoca verilirdi. Şehzadeler sadece Anadolu'daki sancaklara gönderilirdi. Rumeli'deki sancaklara kesinlikle tayin edilmezlerdi.
Rumeli'de Sancak Verilmemesinin Nedenleri
Rumeli halkının isyan eden ve saltanata ortak olmak isteyen şehzadeleri her zaman desteklemeleri
Rumeli'de başka devletlerden yardım alınabilmesi
Rumeli'nin sefer yolları üzerinde bulunması ve şehzadelerin kışkırtılabilmesi
Anadolu'nun daha kolay kontrol altında tutulabilmesi
Anadolu halkının tamamen Müslüman olması
En Önemli Şehzade Sancakları
Bursa, Amasya, Antalya Manisa, Balıkesir, Sivas, Kütahya, Eskişehir, Aydın, Isparta ve İzmit gibi şehirlerdi.
Sancağa Çıkma Uygulamasının Faydaları
Şehzadeler, ileride devletin başına geçtikleri zaman hiçbir güçlük ve acemilik çekmeden devleti yönetmeye başlarlardı. Zaman zaman bir sefere de gönderilerek komutanlık sanatını da öğrenmeleri sağlanırdı.
II. Selim döneminden itibaren sadece hükümdarın büyük oğlu sancağa gönderilmeye başladı. (III. Murat ve III. Mehmet bu şekilde tahta çıkmıştır.)
Kafes Usulü
I. Ahmet devrinde "Sancağa Çıkma" geleneğinin kaldırılması şehzadelerin tecrübesizliğini de beraberinde getirmiştir. Sancağa çıkma geleneğinin kaldırılması “Ekber ve Erşed” sisteminin bir sonucu olmuştur. Zira şehzadelerin öldürülmesinin yasaklanmasından sonra onların sancaklara gönderilmeleri devlet için tehlike arz etmiştir.
Sancak bölgelerinde güçlenen şehzadelerin isyanlarını önlemek için merkezde kontrol altında tutulmuştur. “Kafes Usûlü” uygulamasına geçilmiştir. Bu usul şehzadelerin tecrübesiz ve bunalımlı yetişmesine yol açmış, duraklama dönemine girilmesinin en önemli iç sebeplerinden biri olmuştur. Ancak, taht kavgalarının önüne geçilmiştir.
Padişah buyruklarına ferman denirdi.
Merkez Teşkilâtı
Osmanlı Devleti, merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Devlet yönetiminin merkezinde padişah ve saray teşkilatı bulunurdu.
Başkent
Devletin merkezi İstanbul’du.
İstanbul, Dersaâdet, Âsitâne, Bâb-ı Âliyye, Belde-i Tayyibe isimleriyle anılırdı.
Saray
Padişahlar sarayda hem hayatını devam ettirmiş hem de devleti yönetmiştir.
İlk saray Bursa’nın fethi ile Bursa’da yapılmıştır.
Edirne’nin alınması ile Edirne’de saray inşa edilmiştir.
Fatih döneminde İstanbul’un fethi ile Topkapı Sarayı yapılmıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren padişahlar, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında oturmuşlardır.
Saray, sadece yönetim ve askerlik açısından değil, Osmanlı edebiyatı, sanayi, ekonomik ve sosyal hayatı bakımından da geniş teşkilatlı bir merkez olmuştur.
Osmanlı Saray Teşkilâtı
Osmanlı sarayı, genel olarak üç bölümden oluşurdu.
Enderun,Bîrun ve Harem.
Bâbüssaade ise bir ara bölümdür ve genelde törenlerin yapıldığı bir alandır.
Kapıkulu Sistemi
Osmanlılarda yönetim ve askerlik görevlerinin yerine getirilmesinde gerekli olan insanları yetiştirmek için kurulan sistemin adı Kapıkulu Sistemi’dir.
Devşirme Sistemi
Osmanlılarda, genelde Balkanlarda bulunan Hıristiyan ailelerin küçük yaştaki çocuklarının Müslüman-Türk ailelere verilerek eğitildiği ve zamanla devlet hizmetine alındığı bir uygulamadır.
Devşirme sistemiyle alınan oğlanlar, Acemi Ocağı’na seçilirdi.
Edirne Sarayı, Galata Sarayı ve İbrahim Paşa Sarayı’nda eğitimlerine devam ederlerdi. Bunlara İç oğlan denirdi.
Seçilen çocuklar, Topkapı Sarayı’na alınır, Enderun’da eğitimlerine ve hizmetlerine devam ederlerdi.
Enderun Odaları:
1-Has Oda
Kırk kişilik padişahın günlük hizmetinde bulunan bir odadır.
Görevliler
Has Odabaşı: Bu görevlilerin başıdır.
Silahdâr: Padişahın silahlarıyla ilgilenirdi.
Çuhadâr: Padişahın dış giyimiyle ilgilenirdi.
Dülbentçi: Padişahın iç giyimiyle ilgilenirdi.
Rikabdâr: Padişahın ayakkabılarıyla ilgilenirdi.
2-Hazine Odası
Padişahın özel eşyalarıyla ve hazinesiyle ilgilenirlerdi
3-Kiler Odası
Sofra hizmetiyle görevli olanların kaldığı odalardır.
4-Seferli Odası
Müzisyen, berber gibi görevlilerin bulunduğu odadır.
Mülk Arazi: Osmanlı devletinde halkın elinde bulunan tamamen halka ait topraklardı. Bu tür topraklar ikiye ayrılırdı:
Öşür Topraklar: Fetih sırasında Müslümanlara ait olan veya ele geçirildiğinde Müslümanlara verilmiş olan topraklardır. Bu topraklar sahiplerinin mülkü olup, istedikleri gibi tasarruf edebilirlerdi. Bu mal sahipleri öldükleri zaman öldüklerinde toprakları varislerine kalabiliyordu. Devlet bu toprak sahiplerinden toprak üretim vergisi olan öşür (onda bir oranında alınan vergi) alırdı.
Haraci Topraklar: Fetih sırasında Müslüman olmayan yerli halkın ellerinde "mülk" olarak bırakılan topraklardır. Bu şekildeki topraklarda öşrü topraklar gibi sahipleri tarafından şahsi tasarrufa açıktı. Miras bırakabilirdi. Yalnız bu topraklardan alınan vergi biraz farklıydı. Haraci topraklardan iki türlü vergi alınırdı.
Harac-ı Mukaseme: Toprağın verimine göre alman üretim vergisidir.
Harac-ı Muvazzaf: Arazinin yüzölçümüne göre alman vergidir.
Vakıf Arazileri: gelirleri cami, medrese, hastane, imarethane, han ve hamam gibi topluma hizmet veren kuruluşların masrafları için ayrılmış arazilerdir. Vakıf arazilerinin alınıp satılması kesinlikle yasak olup vergiden muaf tutulmuşlardır. Vakıf topraklar üzerinde çalışan halk, arazisi hangi vakfa ayrılmışsa öşür vergisini o vakfın yöneticisine veriyordu
Miri (Emiri) Arazi : Memleketteki toprakların büyük bir kısmı bu topraklardır. Bu topraklar devlete ait topraklardır. Bunlar devletin olmakla beraber, ekip-biçmek ve boş bırakılmamak şartıyla yine eski sahipleri üzerinde bırakılıyordu. Kendilerine arazi verilenler, şartlara uyarak, o toprağı ekip biçerler ve öldükleri zaman bu yerler vergisini vermek suretiyle çocuklarına kalırdı. Ancak bu topraklar onu işleyenlerin özel mülkü olmadığı için alınıp-satılamaz, vakıf yapılamaz ve hibe edilemezdi.
Miri arazi çok çeşitlere ayrılmış olup, bazı önemlileri kısaca şöyledir:
Havass-ı Hümayun : Bu toprakların geliri devlet hazinesine giderdi. Bu toprakların bir kısmı doğrudan padişaha ait olup geliri ise Hazineye giderdi.
Paşmaklık : Padişahların kızlarına, annelerine ve ailelerine ayrılan topraklardır.
Malikane : Devlet adamlarına hizmetleri sebebiyle mülk olarak verilen topraklardır. Bu toprakların mülkiyeti şahıslara aitti. Ancak tasarruf yetkisi devletin olup, istediği kimseye verirdi.
Yurtluk : Sınır boylarını bekleyen asker ailelerine verilirdi. Fetih sırasında bazı komutanların hizmetlerine karşılık olmak üzere verilen topraklardı. Yurtluk herhangi bir yerin gelirinin hayatta olduğu sürece bir kimseye verilmesidir.
Ocaklık : Bu hakka sahip olanlar, öldüklerinde miras hakkı söz konusu olan topraklar idi. Kale muhafızlarına ve tersane giderlerine ayrılmıştır.
Mukataa : Gelirleri doğrudan hazineye ayrılan topraklardı.
Dirlik Toprakları : Belli hizmet karşılığı devlet adamlarına ve görevlilere verilen topraklardır. Üç kısma ayrılmıştır.
Has : Yıllık geliri yüz bin akçeden fazla olan dirliklerdir. Haslar padişahlara, vezirlere, divan üyelerine, şehzadelere, beylerbeylerine, sancak beylerine verilirdi. Has sahipleri dirliklerinin gelirine göre silahlı ve her an savaşa hazır cebelu beslerdi.
Zeamet : Yıllık yirmi bin ile yüz bin akçe geliri olan topraklardır. Orta dereceli devlet memurlarına, kadılara, hazine ve tımar defterdarına, alay beylerine,kethüdalara, kale komutanlarına ve divan katiplerine verilirdi. Zeamat sahipleri ilk yirmi bin akçe hariç sonraki her beş bin akçe için bir cebelu beslerdi.
Tımar : Yıllık geliri üç bin ile yirmi bin akçe arasında olan dirliklerdir. Bunlar geçimlerini sağlamak ve hizmetlerine ait masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara tahsis edilen topraklardı. Tımar sahipleri gelirlerinin üç bin akçesini geçimleri için ayırırdı. Buna kılıç tımarı denirdi. Geri kalan her üç bin akçe için bir cebelü beslerlerdi.Tımar toprakları üç kısma ayrılmıştır.
Mustahfaz tımarı : Camii imam ve Hatiplerine verilirdi.
Eşkinci tımarı : Savaşta yararlılık gösterenlere verilirdi.
Hizmet Tımarı : Saray da çalışanlara verilirdi.
Dirlik Sisteminin Amaçları:
Topraktan daha iyi yararlanma
Devlet gelirlerini arttırma
Üretimde sürekliliği sağlama
Devlete masrafsız asker besleme
Ülkenin, Tımar bulunan bölgelerinde devlet otoritesini sağlama.
Vergilerin toplanmasını kolaylaştırma
Halkın ezilmesini önleme
Ülkeyi bayındır hale getirme
Ekonomik ve sosyal hayatı düzenleme.
Miri araziyi ekip biçen halka ve köylüye reaya denirdi. Bunlar vergileri, devlet o yeri hizmet karşılığı kime vermişse ona ödüyorlardı. Dirlik sahiplerine de sipahi denirdi. Reaya toprağı ekip biçmek ve bakımıyla yükümlüydü.
Tımar rejimi içinde Tımar sahiplerinin ve reayanın hakları karşılıklı olarak düzenlenmiştir. Hiçbir zaman reayanın toprağı bırakıp gitmesine tımar sahibi izin vermezdi. Sipahi'nin çift bozan denilen bir tür tazminat vergisi alma hakkı vardı. Bunun yanında haksızlığa uğrayan köylünün de şikayet hakkı vardı. Eğer sipahi haksızsa hakkında işlem yapılır, dirliği elinden alınırdı.
Kuruluş ve Yükselme Dönemleri'nde tımar sistemi iyi işlemiştir. Sefer esası üzerine kurulan bu sistem:
Savaşların uzaması.
Tımarların belli kimselerin elinde toplanması
Tımarların iltizama verilmesi
Tımarların rüşvet ve iltimasla satılması gibi nedenlerden dolayı bozulmuş II. Mahmut devrinde de kaldırılmıştır.
İltizam Sistemi
Osmanlı Devleti'nde tımar sistemi içine yerleştirilemeyen faaliyetlerin gerektirdiği parayı sağlayabilmek için tımar sistemi yanında bir de iltizam usulü uygulanıyordu. XVI. yüzyılda bazı eyaletlerin vergilerinin açık artırma yoluyla belirli bir bedel karşılığı peşin olarak mültezim adı verilen kişilere bırakılmasına iltizam denir.
XVI. yüzyılda sınırların genişlemesi sonucu devletin giderleri arttı, uzak bölgelerdeki toprakların vergilerinin toplanması zorlaştı. Böylece uzak eyaletlerde tımar sistemi yerine iltizam sistemi uygulandı. Bu sistem ilk defa Kanuni zamanında, Sadrazam Rüstem Paşa tarafından uygulandı. Devlet, uzak bölgelerin vergi gelirlerini açık artırmayla nakit olarak satmış, eyaletlerdeki askerler ve yöneticilerin maaşlarını ödemiştir. Mültezim, tımar sahibi gibi vergiye konu olan faaliyeti yapan zümreleri ve bölgeyi yöneten kişiydi. Dirlik sahibinin hakları mültezime de tanınmıştı. Merkezi idarenin zayıflamasıyla, eyaletlerde asker yetiştirilmemiş ve halktan fazla vergi alınarak reaya zor duruma düşürülmüştür.
Tarım
Osmanlı toplumunda ekonominin en önemli kolu tarımdı. Tarım politikasını belirleyen en önemli uygulama tımar sistemiydi. Bu sistemde toprağın mülkiyeti devlete, işleme görevi köylüye, vergisi sipahiye aitti. Köylü, toprağı sürekli işleme ve miras bırakma hakkını devam ettirebilmek için bazı yükümlülükleri yerine getirmek zorundaydı:
Sebepsiz olarak toprağını terk edemezdi.
Öşür ve diğer vergileri sipahiye ödemek zorundaydı.
Toprağını sebepsiz olarak üç yıl üst üste boş bırakamazdı. Eğer bırakırsa toprak kendisinden alınırdı.
Bu yükümlülüklere karşı devlet de halkın güvenliğini korumak ve düzeni sağlamakla görevliydi. Vergiyi toplamakla görevli olan sipahinin de reayaya karşı yükümlülükleri vardı:
Üretimin devamlılığını sağlama.
Reayanın vergilerini toplama.
Cebelu denilen asker yetiştirme.
Asker toplama.
Asayiş ve düzeni sağlama.
Bayındırlık faaliyetlerini yapma.
Geniş topraklar, çeşitli iklim özelliklerinin varlığı ve toprak yönetiminin iyi olması nedeniyle tarımsal üretim yüksekti. Ürün fazlası Akdeniz ülkelerine satılarak önemli gelir sağlanmıştır.
Hayvancılık
Hayvancılık tarım ekonomisinin ve genel ekonominin önemli unsurlarından biridir. Osmanlı Dönemi'nin teknolojik seviyesi içinde hayvan, ulaşım ve üretimin en önemli güç kaynağı idi. Hayvancılık, daha çok Doğu.,Orta ve Batı Anadolu'daki göçebeler tarafından yapılmaktaydı. Adet-i ağnam adıyla önemli bir miktar teşkil eden hayvanlar için vergi toplanıyordu. Bursa'da ipek, Ankara'da tiftik, Selanik'te çuha, Bulgaristan'da aba üretimi hayvancılığı önemli sanayilerin hammadde kaynağı durumuna getirmiştir. Osmanlı Devleti'nde hayvancılığın gelişmesinde, boy ve Türkmen geleneklerinin yanı sıra ülkenin coğrafi koşullarının da etkisi olmuştur.
Sanayi
Esnaf Teşkilatı: Esnaf ve zanaatkârların çalışma ve pazar sorunlarını çözmek, mesleğe yeni eleman yetiştirmek amacıyla lonca teşkilatı kurulmuştur. Osmanlı şehirlerindeki loncalar, ekonomik hayatın temeli durumundaydı. Loncaların dışında, esnaflık ve zanaatkârlık yapmak mümkün değildi. Loncalar, devletçe belirlenen kurallara uymak zorundaydı.
XVI. yüzyıla kadar Müslüman ve Hıristiyan esnaflar aynı loncaya üye olabilirken, daha sonra loncalar ayrıldı.
Loncaların Başlıca Görevleri
Ürünlerin kaliteli yapılmasını sağlamak ve fiyatları belirlemek
Esnafla hükümet arasında ilişkileri düzenlemek
Üyelerinin zararlarını karşılamak ve kredi sağlamak
Halka mesleki eğitim vermek
Kendi aralarında iyi bir dayanışma sağlayan lonca yöneticileri, esnaf birliğinin sorunları kadar beldenin sorunlarıyla da ilgileniyorlardı. Bu teşkilat halka mesleki eğitim vermeyi de ihmal etmemiştir.
Ticaret
Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde en önemli ticaret merkezi Bursa idi. Fatih Dönemi'nde ülke sınırlarının genişlemesiyle birlikte ticaret de gelişti. Karadeniz kıyılarında Amasra ve Trabzon fethedilmiş, buralar önemli ticaret merkezleri haline gelmiştir.
XV. ve XVI. yüzyıllarda, Türk tüccarları uluslararası ticaret faaliyetlerinde görülmeye başlamıştır.
XVI. yüzyılda Bursa, istanbul, Kahire, Halep, Kefe, Edirne ve Selanik önemli ticaret merkezleriydi.
ipek ve Baharat Yollarıyla gelen mallar, Türk tüccarları tarafından Avrupa'ya nakledilirdi. Karadan yapılan ticaret, kervanlarla gerçekleştiriliyordu. Ticaret devlet tarafından teşvik edilir ve ticaret eşyasından alınan vergiler son derece düşük tutulurdu.
Hukuk
Osmanlı Devleti'nin İlk Yıllarında Hukuk
İlk dönemlerde yazılı bir hukuk olmadığından hukuksal anlaşmazlıklar töre ve geleneklere göre çözümleniyordu. Ayrıca Türkiye Selçuklularının hukuki uygulamaları da devam ettirilmiştir.
Osmanlı nüfusunun artması, topraklarının genişlemesi her alanda olduğu gibi hukuk alanında da düzenlemelere yol açmıştır. Osmanlı Devleti fethettiği yerlerdeki halkın Osmanlı yönetimine uyum sağlamasını kolaylaştırmak amacıyla yürürlükteki kanunları bir süre kaldırmamıştır.
Osmanlı Hukuku'nun Temelleri
Osmanlı Devleti'nde hukuk; şer'i ve örfi hukuk olmak üzere iki temele dayanıyordu. Örfi hukukun şer'i hukuk kurallarına ters düşmemesine özen gösterilmiştir.
Osmanlı Hukukunun Gelişmesi
XV. yüzyılda Osmanlı hukuku gelişmeye başlamıştır, ilk Osmanlı Kanunnamesi Fatih tarafından Kanunname-i Âli Osman adıyla düzenlendi. Fatih'ten sonraki padişahlar da kanunnameler yapmışlardır. Bunların en meşhuru Kanuni Sultan Süleyman'ın kanunnamesidir. XV. ve XVI. yüzyıllarda Şeyhülislâmların verdiği fetvalar Şer'i hukukun gelişmesinde etkili olmuştur.
Osmanlı Devleti'nde Hukukun Uygulanışı
Osmanlı Devleti'nde bütün davalar Şer'i mahkemelerde çözümleniyordu. Mahkemelerde hâkim olarak kadılar görev yapıyordu. Kararlar Şer’iyye Sicillerine yazılırdı. Kadılar, Şer'i hukuk konularında karar veremediklerinde "Müftü"den fetva isterlerdi. Mahkemeler herkese açıktı. Mahkemenin verdiği karan kabul etmeyenler bir üst mahkeme olan Divan-ı Hümayun'a müracaat ederlerdi. Burada verilen kararlar değiştirilemezdi. Kadıların yardımcıları (naipler) vardı. XVI. yüzyıl sonlarına kadar toprak kadılığı adıyla seyyar kadılar vardı. Soruşturmalar toprak kadıları tarafından yapılıyordu.
Kadıların Vazifeleri
İslam hukukunu uygularlar, kişiler arasındaki anlaşmazlıkları çözümlerler.
Miras, ticaret ve nikâh işlemlerini karara bağlardı. (Noterlik hizmeti yapardı.)
Vergilerin toplanması ve bunların hazineye aktarılmasını sağlardı.
Görev bölgesinde denetim yapardı.
Merkezden gönderilen emirler halka duyurur, halkın şikâyetlerini de divana iletirdi.
Osmanlı Hukukunda Meydana Gelen Değişmeler
XIX yüzyılda Osmanlı hukukunda önemli değişiklikler olmuştur
Avrupa hukuk kuralları örnek alınmıştır.
Tanzimat Dönemi'nde, II. Mahmut'un kurduğu Davalar Nezareti; Adliye Nezareti adını aldı (1870). Ticaret ve Temyiz Mahkemeleri kuruldu. Avrupa ile ilişkilerin yoğunlaşması üzerine maliye, hukuk, ticaret, ekonomi, eğitim ve idare alanlarında birçok kanun ve yönetmelik çıkarıldı. Ceza Kanunu (1840), Ticaret Kanunu (1850), Deniz Ticaret Kanunu (1868) ve yeni çıkan kanunları bildiren Düstur adlı dergi çıkarıldı (1865). Ahmet Cevdet Paşa'nın başkanlığında (Mecelle adı verilen) İslâm hukukuna dayalı medeni kanun hazırlandı (1866 – 1878).
19. yüzyıl Osmanlı adalet teşkilatının en önemli eksiği mahkemelerde birlik olmamasıydı. Bu mahkemeler dört kategoride incelenebilir: Nizamiye Mahkemeleri (Adliye nezaretine bağlı yeni mahkemeler), Konsolosluk Mahkemeleri (Elçilik ve konsolosluklara bağlıydı, yabancıların davalarına bakardı, dolayısıyla Dışişleri Bakanlığı’na bağlıydı), Şer'i Mahkemeler (Şeyhülislama bağlı, Müslüman halkın evlenme, boşanma, miras v.b. gibi davalarına bakardı), Cemaat Mahkemeleri (Gayri Müslimlerin davalarına bakan mahkemeler, sadrazama bağlıydı).
Kaynak:http://tarih-egitim.tr.gg